EUROFIGHTER HAYIRLI OLSUN

🌫️Eurofighter alımı etrafındaki tartışmayı bir “sis odası” içinden izliyoruz. Gürültü çok, sinyal yok. Analizler iki sığ kanala sıkışmış durumda.

🔧Birinci kanal, “İngilizler çaresizdi, Warton hattı batıyordu” diyerek bunu bir “pazarlık zaferi” olarak kodluyor.

💵İkinci kanal ise “10.7 Milyar Dolar çok pahalı” diyerek olayı bir muhasebe denetimine indirgiyor.

🫸Bu iki bakış açısının; Sahadaki gerçeklikle, yani asıl stratejik hamleyle ilgisi yoktur.

👇Bizim görevimiz, bu “görünen” perdesini aralayıp, aktörlerin elindeki “gizli” kartlara bakmaktır. Şu an kamuoyu, sahnede oynanan oyunu değil, kuklaların gölgesini tartışıyor.

Madde bir: “Satıcının Çaresizliği.” Analizin merkezine Keir Starmer’in “20.000 istihdam” beyanını koymak, stratejik bir miyopluktur. Evet, BAE Systems’in 2017’den beri yeni sipariş alamaması, “üretim boşluğu” tehlikesi ve Warton hattının hayatiyeti, İngiltere için bir “ulusal sanayi güvenliği” meselesidir. Bu, Londra’nın elini zayıflatan bir “zafiyet” idi. Ancak, operasyonlarda bir kural vardır: Müzakere masasında, karşı tarafın zafiyetine odaklanmak, kendi zafiyetini gizlemenin en ilkel yoludur. Bizim bu anlaşmaya neden “muhtaç” olduğumuz sorusu, İngilizlerin bu satışa neden “muhtaç” olduğu sorusundan daha hayatidir. Satıcının ihtiyacı, alıcının stratejisini belirleyemez.

Madde iki: “Maliyet Eleştirisi.” 20 uçak için 10.7 Milyar Dolar’ı “bölme” işlemiyle analiz etmeye kalkanlar, modern harp sanayisini anlamamış demektir. Bu bir “platform” alımı değil, bir “kabiliyet ekosistemi” ithalidir. Bu rakamın içinde sadece uçan metal yoktur; on yıllık lojistik destek, pilot ve yer ekibi eğitimleri için gereken yüksek teknolojili simülatörler, Meteor gibi “oyun değiştirici” füzelerin stoğu ve muhtemelen Umman gibi mevcut kullanıcıların filolarını modernize edecek bir mühendislik paketi vardır. Asıl maliyet bu değildir. Asıl maliyet, dolarla değil, “zaman” ve “doktrin” ile ölçülür. Ve bu, faturada yazandan çok daha ağırdır.

Şimdi asıl meseleye, yani yüzeysel geçilen o kritik kavrama geliyoruz: “Stratejik Şizofreni.” Bu, operasyonel bir teşhistir. Türk Hava Kuvvetleri (Hv.K.K), yarım asırdır F-16 platformu üzerine kurulu, ABD menşeli bir “harp doktrini” ile nefes alıp verir. Bu, sadece bir uçağı uçurmak değil; ikmal, bakım, komuta-kontrol (C2) ve “angajman felsefesi” demektir. F-16, “tek motorlu, çok rollü bir iş atıdır”. Eurofighter Typhoon ise “çift motorlu, Avrupa aviyoniklerine sahip bir safkan hava-hava avcısıdır”. Bu ikisini aynı anda aynı ordunun omurgası yapmaya çalışmak, bir cerrahın eline hem neşter hem de balyoz verip “ameliyat yap” demeye benzer. Muazzam bir “operasyonel yük” yaratır.

Bu “şizofreni” dediğimiz olgunun sahadaki karşılığı nedir? Teknik olarak açıklayalım. Bu, iki ayrı lojistik kuyruk demektir. İki ayrı motor bakım atölyesi. İki farklı “yazılım dili” konuşan aviyonik sistem. Pilotların sadece kokpit değil, “düşünme biçimini” de değiştirmesi gerekir. Ama en kritik cephe “mühimmat entegrasyonudur”. Bizim milli Gökdoğan ve Bozdoğan füzelerimizi, bir İngiliz-Alman-İtalyan konsorsiyumunun ürettiği bir uçağın “beyni” ile konuşturmak zorundayız. Eğer bu “kaynak kodları” tam olarak açılmazsa, elinizde dünyanın en pahalı “gösteri uçağı” kalır. Savaşamazsınız.

Sistemik düşünce ve oyun teorisi devreye girdiğinde, resim netleşir. Kamuoyu “platform” (Typhoon) tartışırken, asıl oyun “zamanlama” üzerinedir. Neden şimdi? Çünkü İngiltere, Brexit sonrası “Küresel Britanya” vizyonu için Türkiye gibi NATO’nun “menteşe” ülkelerine ihtiyaç duyuyor. Türkiye ise Batı’dan kopmadığını, ancak Batı içinde “stratejik otonomi” inşa ettiğini göstermek istiyor. Bu, Warton hattını kurtarmaktan öte, Türkiye’nin F-35 programından dışlanmasına verilmiş en “teknik” cevaptır. Bu bir “zorunlu işbirliği”dir; her iki aktör de birbirini kendi büyük oyunu için kullanmaktadır.

Bu alım bir “son” değil, yeni ve daha karmaşık bir “mücadele”nin başlangıcıdır. Savaş, hangarlarda ve “yazılım laboratuvarları”nda verilecektir. Eğer Typhoon’u alıp, ona sadece İngiliz Meteor füzelerini takabiliyorsanız, bu bir “kabiliyet transferi” değil, “kabiliyet kiralaması”dır. Asıl zafer, o uçağın beynine girip, bizim mühendislerimizin yazdığı kodla milli füzelerimiz Gökhan veya Bozdoğan’ı “kimseye sormadan” ateşleyebildiğimiz gün kazanılacaktır. Gelecek on yıl, pilotların değil, mühendislerin “it dalaşı” yapacağı bir dönem olacak.

Görünen o ki, Türkiye “doktrinel istikrarı” feda edip, “siyasi otonomiyi” seçmiştir.

Bu, tarihte az örneği görülen, yüksek riskli bir “asimetrik strateji”dir. Bir ordu, aynı anda iki farklı harp felsefesiyle, iki farklı lojistik dille ve iki farklı operasyonel zihinle ne kadar süre “etkin” kalabilir?

Soru şu: Stratejik yalnızlığa karşı satın alınan bu pahalı ve karmaşık “kalkan”, biz “ulusal avcı uçağımızı” (KAAN) gökyüzüyle buluşturana kadar bizi koruyabilecek mi? Yoksa harp tarihinde bir “doktrinel Babil Kulesi” vakası olarak mı anılacağız?

Serkan Yıldız ‘dan alıntıdır.

 

Cevabı saha verecek.

Bu içeriği beğendiyseniz paylaşır mısınız?
Scroll to Top